Bizim kuşağın şahit olduğu ilk mülteci akını 3 Ağustos 1982 yılında yaşanan Afgan mülteciler diye hatırlıyorum. Ama bu göç öncesindeki yaşanmışlığı bir iki cümle ile ifade etmekte yarar var.
1978 yılında Afganistan Demokratik Halk Partisi bir devrim yaparak, “Afganistan Demokratik Cumhuriyeti” ni kurdu. Darbe sonrasında yeni hükümete karşı ayaklanmalar başladı. Bu aşamadan sonra Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin talebi üzerine, Sovyetler Birliği askeri müdahalede bulundu. Ancak demokrasi karşıtı devrik hükümet ve radikal İslamcı güçler direnişle karşılık verdi. Yaklaşık on yıl süren direnişin ardından 1989 yılında Sovyet güçleri geri çekildi. Zayıf düşen demokrasi yanlısı hükümet iktidarı kaybedince, Afganistan Demokratik Cumhuriyeti yıkıldı ve “Afganistan İslam Devleti” kuruldu. Ama bu kez de iç savaş patlak verdi. Her köşeden bir örgüt ortaya çıktı ve kimin kiminle savaştığı belli olmuyordu. Bu ortamdan Pakistan’ın desteklediği Taliban, 1994 yılında Afganistan İslam Emirliği,ni kurdu. Bunun üzerine ABD önderliğinde ki koalisyon ve Nato güçleri 2001 yılında ülkeye askeri müdahalede bulunarak, Taliban yönetimini devirip tekrar “Afganistan İslam Cumhuriyeti” nin kurulmasını sağladılar. Ancak yenilgiyi sindiremeyen Taliban ayaklanma başlattı…
O tarihten beri kısmi iç savaş yaşayan Afganistan, aynı zamanda da işgalci güçlere karşı amansız bir savaş veriyordu. Birleşmiş Milletler verilerine göre sadece 1979-1989 yılları arasında ki iç savaşta 2 milyon Afganlı ve 14 bin Sovyet askeri çatışmalarda hayatını kaybetti.
Karışık bir etnik yapısı olan Afganistan halkı; Peştunlar, Tacikler, Özbekler, Hazaralar, Aymaklar, Türkmenler ve Beluçlar’dan oluşmaktadır. Ama nüfusun yüzde 42’sini temsil eden Peştunlar, ülke nüfusunun en kalabalık etnik kesimini temsil etmektedirler… Bütün ülkede feodal ilişkilerin en ilkel biçiminin hüküm sürdüğü sosyal ve kültürel yapı yok denecek kadar düşüktür. Ekonomi ise hem coğrafi şartların elverişsiz olması, hem de 40 yıldan beri devam eden işgal ve iç savaşlar nedeni ile en geri seviyededir. Şu anda tek geçim kaynakları haşhaş üretimi ve hayvancılığa dayanmaktadır…
Resmi adı “Afganistan İslam Cumhuriyeti” olan ülke kendine has bir şeriat rejimi ile yönetiliyor. Namaz kılmak mecburi, bazı namaz surelerini ezbere bilmek mecburi, kadınların erkek doktor tarafından muayenesi yasak! Kız çocuklarının çocuk yaşta evliliği serbest. Bu durumda ülkede kadın doktor olmadığı için, kadın ölümleri de en üst seviyede bulunuyor.
Türkiye’ye ilk Afgan göçmenler 1982 yılında Kenan Evren tarafından getirilmişti. O zaman sayıları beş bin civarında olan bu insanlara mülteci demek ne kadar doğru olur bilmem. Ama farklı bir statü uygulanmıştı. Tamamı Türkmen olan bu insanlar özel uçaklarla bulundukları yerden alınarak Türkiye’ye getirilmiş; Tokat, Gaziantep, Şanlıurfa, Van, İstanbul ve Hatay’a yerleştirilmişti. Bunların tamamına ikamet etmeleri için özel siteler yapılmış ve kendilerine tapu verilmişti. Bu siteler halk arasında Afgan evleri diye adlandırılıyor. Gaziantep, Gazikent’te hala Afgan evleri dediğimiz sitede ikamet ediyorlar. Hatay ve Ceylanpınar’da iskan edenlere ise onar, yirmişer dönüm araziler bağışlandığı orada yaşayan göçmenlerin kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. (T24.com.tr Afgan Türklerinin Türkiye’ye göçü)
Tanık olduğumuz mülteci akınlarından biri de 1989 yılında Turgut Özal tarafından onaylanan Bulgar Türkleri’nin getirilişiydi. Sayıları 350 bin olan bu göçmenlerin çoğu orta ve yüksek öğretim görmüş, daha eğitimli insanlardı. Onlar da zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından törenlerle getirilmiş ve kendilerine konut verilmişti.
Bir başka büyük mülteci akını ise Körfez Savaşı’nın ardından gerçekleşen Irak’lı mültecilerdi. Kısaca hatırlamak gerekirse Körfez savaşının ardından iç savaş patlak vermiş, tamamı Kürt ve Türkmenlerden oluşan yaklaşık bir buçuk milyon insan Türkiye sınırına yığılmıştı. Önceleri sınır kapılarını açmak istemeyen Özal hükümeti, zaman zaman askerlerle mülteciler arasında yaşanan çatışmalar üzerine sınırı açtı. 460 bin Irak’lı mülteci kabul edildi. Bunlar Kürt mülteciler olduğu için daha çok Hakkari, Van, Bitlis gibi yerlerde Kürt aileler tarafından da misafir edildi…
Türkiye tarihinin en büyük mülteci göçünü 2012 yılında patlak veren Suriye iç savaşı sırasında aldı. Önce bir milyonu aşkın Suriyeli mülteci, bir şekilde Avrupa ve Amerika’ya ulaşmayı başardı. Avrupa liderleri, Türkiye’yi yöneten AKP İktidarının beceriksizliğinden de faydalanarak Türkiye’ye balans görevi veriyorlar. Karşılığında ise Avrupa, mültecilere harcanmak üzere para yardımında bulunmayı vaad ediliyor. Bu anlaşma üzerine Avrupa’nın sınır kapıları mültecilere kapanıyor ve Türkiye’nin kendisi mülteci kampına dönüyor. Buna rağmen Türkiye’de ki yaşam standardından tatmin olmayan binlerce mültecinin umut yolculuğunda feci şekilde boğularak öldüğünü biliyoruz.
Peki Afganistan’dan, Irak’tan, Bulgaristan, Suriye’den ve tekrar Afganistan’dan getirilen, sayıları milyonlarla ifade edilen bu kadar insan mülteci tanımına uyuyormu?..
Birleşmiş Milletler’in mülteci tanımı aynen şöyle: “Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir.
Yukarıda ki tanıma baktığımız zaman Türkiye’ye getirilen kitlelerin tamamının mülteci olmadığı açıktır. Ne 1982 yılında uçakla getirilen Afganlar, ne de Körfez savaşının ardından gelenlerin siyasi bir nedenleri yoktu. Onlar sadece ülkelerinde savaş olduğu için kaçmışlardı. Ne dini inançlarından, ne de etnik kimliklerinden dolayı zulüm görmüyorlardı. Bulgaristan’dan getirilenler kimlik ve inançlarından dolayı baskı altındaydı ve bu nedenle mülteci diyebiliriz. Ama Afganistan ve Suriye’den sipariş gibi getirilenler mülteci sıfatı taşımıyorlardı. Esasında mülteci tanımında olan sadece, 2014 yılında Şengal başta olmak üzere Musul, Duhok gibi yerlerde İslami terör örgütleri tarafından soykırıma uğrayıp yurdundan kaçmak zorunda kalan Ezidiler’dir. Kısaca hatırlamak gerekirse o gün 5000 Ezidi, IŞİD tarafından katledilmiş, 10.000 insan yaralanmış, binlerce Ezidi kadın tecavüze uğramış, gene binlerce kadın ve çocuk esir pazarlarında satılmıştı. Türkiye ye geçen az sayıda Ezidi, devletten gerekli ilgiyi görmemiş, Kürt soydaşları tarafından evlerde misafir edilmişti. Onlarda daha sonra huzurlu bir yaşam bulmak için Avrupa’nın göç yollarına düşmüştü. İslam zulmünden kaçarak Şengal dağlarına ve çeşitli yerlere saklanan diğer Ezidiler ise; daha sonra Birleşmiş Milletler’in de hava desteğini alan Peşmerge, YPG ve PKK gibi Kürt örgütleri tarafından kurtarılmıştı.
2014 yılı itibarı ile Suriye’den gelen kitleler gene mülteci tanımına uymuyorlardı. Suriye’de zulüm gören, tecavüze uğrayan ve katledilenler Aleviler olmasına rağmen, mülteci olarak gelenler arasında aleviler yoktu! Bu da bir sünni devlet politikasıydı ve “zalim Esat” sloganı ile milyonlarca sünni arabı ülkeye konuşlandırdılar.
Bu aynı zamanda Türk dili, kültür ve tarihiyle hesaplaşma içinde olan kesimlerin sinsi bir planıydı. Zaten din, kitap ve ibadet gerekçesi ile kaybolmakta olan Türkçemiz, bir anda milyonlarca arap ve arap sevicilerinin istilasına uğramıştır. Gaziantep eski garajlar bölgesi tamamen arap semtine dönmüş durumda. Bütün esnaflar arap, tabelalar ise Arapçadır. Zaman zaman kendi aralarında gruplar oluşturarak gövde gösterileri yapmakta; kendilerini ülkenin sahibi, bizi de mülteci gibi görüyorlar. Onların gelişleriyle ülkemizde iş gücü korkunç derecede ucuzlarken, işsizlikte en üst rakamlarda seyretmektedir. Zaten bozuk olan eğitim, sağlık ve ekonomi mültecilerle çok daha kötüleşmiştir.
Siyasi iktidar emperyalizm tarafından çizilen mülteciler projesini uygulamaya geçirirken, bunun en büyük destekçilerinin sosyalist, devrimci arkadaşlar olduğunu görüyoruz. Her türlü işgal ve emperyalize me karşı bağımsızlığı savunan arkadaşlarımız, bir anda emperyalist projenin parçası olan mültecilerin en ateşli savunucuları olup çıkıyorlar. Tamamı gerici demokrasi ve laiklik düşmanı olan bu şeriatçı kitlelerin gelecekte bizi bilim, demokrasi ve özgürlükten nasıl uzaklaştıracağını bir türlü anlayamıyorlar. Dünyanın her yerinde bilim ve aydınlanmanın tek düşmanı gericiler olmuştur. Dünya sosyalizm liderleri hep aynı zihniyet tarafından katledilmiştir. Bizler Türkiye devrimcileri olarak kendi ideolojimizin cellatlarını savunmak gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Gelecekte bu insanlar, bizim çocuklarımızı katletmeye aday cellatlardır.
Mustafa ERCAN