Dünya’nın son beş yüz yıllık tarihine baktığımızda Asya ve Afrika’dan, Avrupa’ya sürekli göçler yaşandığını görüyoruz. Ama bu göçler sadece ekonomik nedenlere dayanmaktadır. Özellikle Türkiye, Irak, İran, Suriye, Afganistan, Pakistan gibi geri kalmış yoksul ülkelerden yığınlarca insan Avrupa’yı cennet olarak görmektedir. Oysa ki geçmişte istisna da olsa bunun tersinin yaşandığını biliyoruz.
Avrupa Skolastisizm’i ve sonrasında oluşturulan engizisyonlar döneminde, fikir insanlarının Horasan, Buhara ve Semerkand gibi merkezlere akın ettiğini biliyoruz. Çünkü İslamiyet’ten önce buranın çok zengin bir mozaik yapısı vardı. Hristiyanlar, Yahudiler, Şamanlar, Budistler, Zerdüştler ve diğer bütün dinler bir arada kardeşçe yaşardı. Kimse dininden dolayı yadırganmaz ve dinler arasında bir çatışma yaşanmazdı. Konum olarak İpek yolu üzerinde bulunmasından dolayı ticaret ön plandaydı. Bu özellik, bölge refahını yüksek tutuyordu… Toplumlar arası bu hoş görü, asırlar süren İslam akınlarından sonra da bir süre devam etti.
Aynı dönem Ortaçağ Avrupa’sında insanlar Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi filozofları tartışıyor, bilimsel buluşlar için zemin hazırlıyordu. Ama onuncu yüzyıldan sonra siyasi egemenliği de ele geçiren kiliseler, devlet içinde devlet oldular. Bilim, kiliselerin otoritesini tehdit ediyordu. Tanrı adına ayetler uydurarak, Hristiyanlık öğretisi (skolastisizm) dışında her şeyi yasaklayıp, Engizisyon mahkemelerini kurdular. Bu mahkemelerde insanlar, fikir ve inançlarından dolayı en ağır cezalara çarptırılıyor, çoğu zaman da diri diri yakılarak cezalandırılıyordu. Pek çok bilim insanları bu mahkemeler de cezalandırılarak katledilmiştir. Bu yasaklama ve vahşetler karşısında bilim insanları başta Horasan olmak üzere; Buhara, Semerkant gibi çok tanrılı inançların olduğu merkezlere yerleştiler.
Onuncu yüz yılda İslamiyet her ne kadar bölgeye girmiş olsa da, henüz yerli halk ve işgalci İslam orduları arasında şiddetli çatışmalar devam ediyordu. İslamiyeti zorla kabul edenler ise, korktukları için kabul etmiş görünerek, kendi inançlarını gizlice sürdürmeye devam ettiler. Henüz dinler arası hoş görü kültürü korunuyor ve yeniliklere kucak açıyorlardı… Avrupa’dan kaçan bilim insanları, Aristoteles ve Platon felsefesine ek olarak, kendi oluşturdukları yenilikleri de yüklenerek bölgeye yerleştiler. Burada bilim kolayca taban buldu. Kısa sürede insanlar felsefe tartışmaya, matematik ve güzel sanatlar öğrenmeye başladı. Avrupa’dan kaçan, kovulan fikir insanlarının adeta mekanı oldu… İbni Sina, Ömer Hayyam, Kaşgarlı Mahmut ve Farabi gibi bir çok ünlü bu dönemde yetişti.
Ama din ve bilim bir arada olmuyordu! Nasıl ki Avrupa’da kiliseler iktidarı ele geçirince bilimi baskı altına aldı ise; buralarda da İslamiyet iktidarı ele geçirip şeriat uygulamaya başlayınca, bilim baskı altına alındı. Başlangıçta sadece ibadet ve inanç olarak ortaya çıkan dinler, bir yerden sonra belli güçlerin eline geçiyor ve baskı unsuru olarak kullanılıyordu…
Selçuklular, İslam orduları ve Abbasi halifeliği için önemli bir etken haline gelmişti. İslam topraklarının sürekli genişlemesi, halifeliği yeni müttefik arayışına yöneltmişti. Selçuklular bunun için iyi bir seçenekti. Türklükle çoktan yolunu ayırmış, Arapçayı resmi dil olarak kabul etmişti. Devlet yönetimine getirilen İmam Gazali, aynı Avrupa engizisyonu gibi kararlar alarak, her şeyin şeriata uygun olması esasını getirdi. Aslında Gazali’nin şeriat anlayışının dinle ilgisi yoktu. İbni Sina ve Ömer Hayyam gibi bir çok bilim insanını, bilimsel çalışmalarından dolayı “kafir” ilan etti. Yasaklar her yerde uygulandı. Artık, İslamiyetin hakim olduğu her yerde şeriat hükümleri uygulandı ve bilim, şeytan işi olarak görüldü.
Bu durumda bilim ve felsefe tekrar geldiği yere yani doğduğu yere taşındı. Asırlar boyunca o kadar sıkıştırıldı ki, sonunda patladı ve Rönesans ortaya çıktı. Yenilik ve sanat akımlarında bir devrim niteliği taşıyan Rönesans, aynı zamanda kilise baskılarına baş kaldırı olarak, yeni bir çağın da temelini oluşturmuştur. Hızla gelişen resim, heykelcilik ve el sanatları, yeni fikir ve projelerin oluşmasına da yardımcı oldu. Gelişen bilim, bütün Avrupa’yı Dünya’nın çekim merkezi haline getirdi. Bilim ile huzura kavuşan Avrupa, ardı ardına okullar açarak daha fazla bilgi ve başarı kazandı. Okullar çoğaldıkça fen, tıp, fizik ve kimya gibi bilim dalları ilerledi, kiliseler geriledi. Artık din ticareti ile insanları sömüren şarlatanların yerini, insanlığın rahat etmesi için kafa yoran bilim adamları aldı.
Bilim ve sanayiinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, Avrupa’da yirminci yüzyıl ortalarından itibaren işgücü ithalini de kaçınılmaz kıldı. Nüfus patlamasına karşı önlem alan Avrupa; büyüyen sanayii için çalıştıracak kimse bulamayınca Asya ve Afrika’dan işçi alımına başladı. Çünkü bu ülke halkları da din kıskacından kurtulamadıkları için geçmişte ki Avrupa’lılar gibi açlık, hastalık ve yokluktan kıvranıyorlardı…
Avrupa yirminci yüzyıl ortalarından itibaren Müslüman işçilere kapıları açtı. Alevilerin kestiği eti yemeyen müminler, para kazanmak için Kuran’ın “düşman” olarak gösterdiği gavur Hristiyanların hizmetkarı durumuna düştü. Irak’tan, İran’dan, Pakistan ve Türkiye’den milyonlarca işçi Avrupa’nın en ağır işlerinde çalışmaya başladı. İslamiyet’in bi haber olduğu sigorta, sosyal hak ve insan haklarını görünce, kendi sosyal konumlarını tartışmaya başladılar. Tamamına yakını ilkokul mezunu ya da okur yazar olan bu insanlar, Avrupa toplumuna adapte olamadılar. Kendi anavatanlarında zaten hiç bir sosyal aktiviteleri yoktu. Avrupa’da kendilerini farklı bir medeniyetin içinde bulunca şaşırdılar! Yabancılık hissi ile biri birlerine daha fazla yaklaştılar. Asya ve Afrika’nın farklı milliyetlerinden gruplar olarak, ortak bir paydada buluştular. Bunun adı “din!” idi. Tek dertleri para kazanmaktı. Dillerinden de anlamadıkları için gavur dedikleri insanların kültüründen uzak durdular. Böylece kendi gelenek, görenek ve inançlarını yaşamak adına, yoz bir göçmen toplumu oluşturdular.
Mustafa ERCAN
Dünya’nın son beş yüz yıllık tarihine baktığımızda Asya ve Afrika’dan, Avrupa’ya sürekli göçler yaşandığını görüyoruz. Ama bu göçler sadece ekonomik nedenlere dayanmaktadır. Özellikle Türkiye, Irak, İran, Suriye, Afganistan, Pakistan gibi geri kalmış yoksul ülkelerden yığınlarca insan Avrupa’yı cennet olarak görmektedir. Oysa ki geçmişte istisna da olsa bunun tersinin yaşandığını biliyoruz.
Avrupa Skolastisizm’i ve sonrasında oluşturulan engizisyonlar döneminde, fikir insanlarının Horasan, Buhara ve Semerkand gibi merkezlere akın ettiğini biliyoruz. Çünkü İslamiyet’ten önce buranın çok zengin bir mozaik yapısı vardı. Hristiyanlar, Yahudiler, Şamanlar, Budistler, Zerdüştler ve diğer bütün dinler bir arada kardeşçe yaşardı. Kimse dininden dolayı yadırganmaz ve dinler arasında bir çatışma yaşanmazdı. Konum olarak İpek yolu üzerinde bulunmasından dolayı ticaret ön plandaydı. Bu özellik, bölge refahını yüksek tutuyordu… Toplumlar arası bu hoş görü, asırlar süren İslam akınlarından sonra da bir süre devam etti.
Aynı dönem Ortaçağ Avrupa’sında insanlar Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi filozofları tartışıyor, bilimsel buluşlar için zemin hazırlıyordu. Ama onuncu yüzyıldan sonra siyasi egemenliği de ele geçiren kiliseler, devlet içinde devlet oldular. Bilim, kiliselerin otoritesini tehdit ediyordu. Tanrı adına ayetler uydurarak, Hristiyanlık öğretisi (skolastisizm) dışında her şeyi yasaklayıp, Engizisyon mahkemelerini kurdular. Bu mahkemelerde insanlar, fikir ve inançlarından dolayı en ağır cezalara çarptırılıyor, çoğu zaman da diri diri yakılarak cezalandırılıyordu. Pek çok bilim insanları bu mahkemeler de cezalandırılarak katledilmiştir. Bu yasaklama ve vahşetler karşısında bilim insanları başta Horasan olmak üzere; Buhara, Semerkant gibi çok tanrılı inançların olduğu merkezlere yerleştiler.
Onuncu yüz yılda İslamiyet her ne kadar bölgeye girmiş olsa da, henüz yerli halk ve işgalci İslam orduları arasında şiddetli çatışmalar devam ediyordu. İslamiyeti zorla kabul edenler ise, korktukları için kabul etmiş görünerek, kendi inançlarını gizlice sürdürmeye devam ettiler. Henüz dinler arası hoş görü kültürü korunuyor ve yeniliklere kucak açıyorlardı… Avrupa’dan kaçan bilim insanları, Aristoteles ve Platon felsefesine ek olarak, kendi oluşturdukları yenilikleri de yüklenerek bölgeye yerleştiler. Burada bilim kolayca taban buldu. Kısa sürede insanlar felsefe tartışmaya, matematik ve güzel sanatlar öğrenmeye başladı. Avrupa’dan kaçan, kovulan fikir insanlarının adeta mekanı oldu… İbni Sina, Ömer Hayyam, Kaşgarlı Mahmut ve Farabi gibi bir çok ünlü bu dönemde yetişti.
Ama din ve bilim bir arada olmuyordu! Nasıl ki Avrupa’da kiliseler iktidarı ele geçirince bilimi baskı altına aldı ise; buralarda da İslamiyet iktidarı ele geçirip şeriat uygulamaya başlayınca, bilim baskı altına alındı. Başlangıçta sadece ibadet ve inanç olarak ortaya çıkan dinler, bir yerden sonra belli güçlerin eline geçiyor ve baskı unsuru olarak kullanılıyordu…
Selçuklular, İslam orduları ve Abbasi halifeliği için önemli bir etken haline gelmişti. İslam topraklarının sürekli genişlemesi, halifeliği yeni müttefik arayışına yöneltmişti. Selçuklular bunun için iyi bir seçenekti. Türklükle çoktan yolunu ayırmış, Arapçayı resmi dil olarak kabul etmişti. Devlet yönetimine getirilen İmam Gazali, aynı Avrupa engizisyonu gibi kararlar alarak, her şeyin şeriata uygun olması esasını getirdi. Aslında Gazali’nin şeriat anlayışının dinle ilgisi yoktu. İbni Sina ve Ömer Hayyam gibi bir çok bilim insanını, bilimsel çalışmalarından dolayı “kafir” ilan etti. Yasaklar her yerde uygulandı. Artık, İslamiyetin hakim olduğu her yerde şeriat hükümleri uygulandı ve bilim, şeytan işi olarak görüldü.
Bu durumda bilim ve felsefe tekrar geldiği yere yani doğduğu yere taşındı. Asırlar boyunca o kadar sıkıştırıldı ki, sonunda patladı ve Rönesans ortaya çıktı. Yenilik ve sanat akımlarında bir devrim niteliği taşıyan Rönesans, aynı zamanda kilise baskılarına baş kaldırı olarak, yeni bir çağın da temelini oluşturmuştur. Hızla gelişen resim, heykelcilik ve el sanatları, yeni fikir ve projelerin oluşmasına da yardımcı oldu. Gelişen bilim, bütün Avrupa’yı Dünya’nın çekim merkezi haline getirdi. Bilim ile huzura kavuşan Avrupa, ardı ardına okullar açarak daha fazla bilgi ve başarı kazandı. Okullar çoğaldıkça fen, tıp, fizik ve kimya gibi bilim dalları ilerledi, kiliseler geriledi. Artık din ticareti ile insanları sömüren şarlatanların yerini, insanlığın rahat etmesi için kafa yoran bilim adamları aldı.
Bilim ve sanayiinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, Avrupa’da yirminci yüzyıl ortalarından itibaren işgücü ithalini de kaçınılmaz kıldı. Nüfus patlamasına karşı önlem alan Avrupa; büyüyen sanayii için çalıştıracak kimse bulamayınca Asya ve Afrika’dan işçi alımına başladı. Çünkü bu ülke halkları da din kıskacından kurtulamadıkları için geçmişte ki Avrupa’lılar gibi açlık, hastalık ve yokluktan kıvranıyorlardı…
Avrupa yirminci yüzyıl ortalarından itibaren Müslüman işçilere kapıları açtı. Alevilerin kestiği eti yemeyen müminler, para kazanmak için Kuran’ın “düşman” olarak gösterdiği gavur Hristiyanların hizmetkarı durumuna düştü. Irak’tan, İran’dan, Pakistan ve Türkiye’den milyonlarca işçi Avrupa’nın en ağır işlerinde çalışmaya başladı. İslamiyet’in bi haber olduğu sigorta, sosyal hak ve insan haklarını görünce, kendi sosyal konumlarını tartışmaya başladılar. Tamamına yakını ilkokul mezunu ya da okur yazar olan bu insanlar, Avrupa toplumuna adapte olamadılar. Kendi anavatanlarında zaten hiç bir sosyal aktiviteleri yoktu. Avrupa’da kendilerini farklı bir medeniyetin içinde bulunca şaşırdılar! Yabancılık hissi ile biri birlerine daha fazla yaklaştılar. Asya ve Afrika’nın farklı milliyetlerinden gruplar olarak, ortak bir paydada buluştular. Bunun adı “din!” idi. Tek dertleri para kazanmaktı. Dillerinden de anlamadıkları için gavur dedikleri insanların kültüründen uzak durdular. Böylece kendi gelenek, görenek ve inançlarını yaşamak adına, yoz bir göçmen toplumu oluşturdular.