İlk cemrenin havaya düşmesiyle birlikte doğa yaşam mücadelesi için hazırlığa başlar. Sonra su, ardından da toprağa düşmesi ile birlikte doğal organizasyon muhteşem bir şekilde kurulmuş olur. Hava, su ve toprak!.. Belki de buna doğanın illegal örgütlenmesi demek gerekir. Emin değilim! Çünkü kapitalist faşizm sadece insanlarla değil, doğa ile de amansız bir savaş halinde!.. Zeytin ağaçları, çam, çınar ve yeşillik adına ne bulurlarsa katlediyorlar! Yeşil öldürülünce hayvanlar da barınamıyor. Hayvanlar saklanacak ağaç, kuşlar konacak dal bulamıyor. Etinden sütünden faydalandığımız evcil hayvanlarımız yiyecek ot bulamıyor. Doğa veriyor, kapitalizm asker ve polisi arkasına alıp saldırıya geçiyor. Hani doğa devletin gücüne karşı direniyor ya! O yüzden illegal dedim…
Toprakta gizlenen tohum ve kış uykusuna yatmış canlılar ısıyı alır almaz uyanıp boy veriyor. Kısa zamanda yeryüzü yeşillenip şenleniyor. Neşesi yerine gelen insanlar da omuz veriyor doğaya. Birlikte, el ele, mücadeleye!..
“8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” ile çekiliyor mücadelenin pimi. Ezilen, hor görülen, babamızın koynunda anamız, iş yerinde bacımız, kavgada yoldaşımız, kolumuzda sevgilimiz dediğimiz kadınlar!.. Bu özel günün önemli bir nedeni var tabi. 8 Mart 1857 yılında, Şikago’da sendikal taleplerle bir araya gelen 129 tekstil işçisi kadın, polis tarafından çalıştıkları fabrikaya kilitlenerek diri diri yakılıp katledildi! 27 Ağustos 1910 yılında ise, 2. Enternasyonal’de Clara Zetkin’in önerisi ile 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edildi. Türkiye’de ilk olarak 1921 yılında kapalı alanda kutlandı. Daha sonra 1975-1980 arasında kutlandı. Ama 1980 faşist cuntasından sonra 5 yıl kutlanamadı. Hala da yüzde yetmişi muhafazakâr olan ülkemizde sindirilebilmiş değil. 19 yıllık AKP iktidarı döneminde ise kadınlar cop, gaz, dayak ve her tür engellemelere rağmen “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nü kutlamaya çalışıyor…
Dünya genelinde kadın hakları bakımından en alt sıralarda olduğumuzu söyleyebiliriz. Her ne kadar erkek egemenliğini nedenler arasında saysak bile, bunun tek neden olduğu kabul edilebilir bir durum değildir. Kadının hak ve özgürlüğünü, her şeyden önce eğitim sorunu olarak ele almak gerekir. Daha sonra din, gelenekler ve ekonomik özgürlük gelir elbette… Ama öncelikle din diyoruz! Çünkü İslamiyet kadını ikinci sınıf bir insan olarak değerlendirir. Bunu, kadının miras hakkından eşit şekilde faydalanamaması, iki kadının bir şahit olarak değerlendirilmesi gibi pek çok örnekle açıklayabiliriz. Veya Kuran’ın pek çok yerinde, kadının erkeğe karşı yükümlülükleri sıralanırken, itaat etmesi de kesin bir zorunluluk olarak emredilir. Dinen kadın namahrem görüldüğü için kendini bir örtü içine kapatıp, toplumdan gizlenmek zorunda bırakılmıştır. Buna toplumun kendi adetleri de eklenince kadın, kendi yaşamını kader olarak kabul etmek zorunda bırakılmış. Aile baskısı ile başlayan depresyonlar, toplum ve devlet baskısı ile, tedavisi olmayan psikolojik bunalımlara neden olmaktadır.
Özellikle son 18 yılı kadınlar açısından değerlendirirsek, devletin çok kötü bir sınav verdiği açıkça görülmektedir. Bunun başlıca nedeni; iktidarda olanların kadına dinsel ve gelenekçi bakış açıları ve içinde ki kadın yetkililerin kendi hemcinslerine ikincil insan olduklarını kanıksatmaya çalışmalarıdır. Kadın hak ve çalışma koşullarını düzeltmek için hiçbir şey yapmayan iktidar, onların taciz ve tecavüze uğramalarına da seyirci kalmıştır. Din adamları ve kolluk güçlerinin birçok tecavüz olayı açığa çıkmasına rağmen, bu görevliler cezalandırılmamış, iddia sahibi kadınlar utancından intihar etmiştir. Vakıflarda ve tarikat yurtlarında yaşanan tecavüzler ayyuka çıktığı halde, iktidar olayların üstünü kapatmaya çalışmış, bunları haber yapanlar cezalandırılmıştır. Uzun yıllardan beri ceza evlerine ziyarete giden kadınların çıplak aramaya tabi tutulduğu hep söylenir. İktidar bunu araştırmaya bile gerek görmezken; bir milletvekili kadın o kişileri bir sene bekledikten sonra söylüyorlar diye iffetsizlikle suçlayabiliyor. Bütün bunlar Türkiye’yi yöneten iktidarın, kadına bakış açısını ortaya koymaya yetiyor.
Günümüz Türkiye’sinde kadının cumhuriyetle kazandığı hakları gasp edilerek, Osmanlı cariyesi durumuna getirilmek istenmektedir. İşin garibi, iktidarın yandaş medyası ve oy potansiyeli içinde ki kadın muhafazakâr kesim de bunu kanıksamış görünmektedir.
Türkiye’de çalışabilir kadın oranının ancak %25 i çalışabiliyor. Bunların da çoğu sosyal güvenlikten yoksun ve asgari ücretin çok altında bir ücret aldığı gibi, her türlü cinsel istismara açıktır. Kadın çalıştığı yerde gözlere hitap eden bir aksesuar olarak görülmektedir. Doğu ve Güneydoğu’ya doğru töresel bakış bir türlü kırılamamış, daha da artmıştır. Kadını, erkeğe bir ikram olarak gören zihniyet artmakta ve çok eşlilik çoğalarak devam etmektedir! Kız çocukları daha 11 yaşında iken emlakçıdan mal alır gibi para ile satın alınmakta ve karşılığında senet imzalanmaktadır!.. Ülkemizde yoksulluk arttıkça, Üniversite bitiren genç kızlarımız ya tezgahtar olarak iş bulmakta ya da sekreterlik adı altında ilgisiz yerlerde işe başlamaktadırlar. Burada da kötü niyetli patronların istismarına uğramakta, korkup, utandığı içinde başına gelenleri kimseye anlatamamaktadır.
Art arda örnekler sıralayarak sayfalar dolusu yazılar yazmak mümkün. Sorun bütün Dünya’da kadın sorunu olmaktan öte, insanlığın baş sorunu olmuştur. Tarih ve deneyimler bize gösteriyor ki; kadının kurtuluşu ancak erkeğiyle birlikte omuz omuza vereceği bir sınıf mücadelesinden geçer! Bu da eğitimli ve örgütlü bir toplumla olur. Ancak o zaman ön yargılar kırılır ve kadın-erkek ortak düşmana yöneliriz. Başka türlü ne kadının ne de erkeğin özgürleşme şansı olmayacak; kadınlar her gün üçer beşer gözlerimizin önünde öldürülmeye devam edecektir…